GİRİŞ
Şu ana kadar her konuda yanılabileceğimi bildiğimi zannediyordum. Fakat yanılmayacağımı zannettiğim birçok konuda yanıldım, fikrimi ve tercihlerimi değiştirdim.
Hayatım boyunca roman okumanın vakit kaybı olduğunu düşündüm. Şu an henüz okumadığım birçok harika roman olduğunu hatırlayıp mutlu oluyorum. Önceleri Starbucks’ta kahve içen insanlara alaycı bir gözle bakarken şu an bu satırları Starbucks’tan yazıyorum. Kadınların duygusal oldukları için erkeklere göre daha az rasyonel olduklarını zannediyordum. Daha sonra rasyonellik ölçütümün çok yanlış olduğunu fark ettim. Birkaç yıl önce “asla dinlemem” dediğim tarzdaki müzikleri şu anda her gün dinliyorum.
Bunların düşünce değişimi değil, davranış değişimi olduğunu söyleyebilirsiniz. Fakat davranışların oluşumunun arkasındaki şey düşüncedir. Diyet yaparız çünkü diyet yapmanın faydalı ya da gerekli olduğuna dair bazı düşüncelerimiz vardır. Roman okumayız çünkü roman okumayı vakit kaybı olarak görmek için bazı sebeplerimiz vardır. Her halükarda tercihlerimiz ve alışkanlıklarımız, doğru ya da yanlış bazı düşüncelere dayanır ve ben kendi tercihlerimin yanlış olduğuna buraya sığdıramayacağım kadar çok kez tanık oldum.
Sorguladığını, araştırdığını zanneden biri olarak yanlışlarımı fark ettikçe sorgulamayla alakalı bir şeyleri yanlış yaptığımı fark ettim. Doğru bilgiye ulaşma yöntemleri aradım ve sorunun düşünme sürecinde duyguların etkisi olduğuna kanaat getirdim. Çok uzun bir süre duygularımı yok etmem gerektiğini düşündüm, bunu iki yıla yakın bir süre denedim ve sonunda bunun çok kötü bir fikir olduğuna kanaat getirdim. Çünkü yaşamanın kendisi bir hissetme ve algılama durumu. Yani ben bir şeyleri hissetmemeye çalıştığım her durumda kendimi kandırıyordum. Yani sorgulama sürecimin yanlış olduğunu fark ettim, sonra bu yanlışlığı gidermek için bir yöntem buldum. Sonunda o yöntem hakkında da yanıldığımı fark ettim.
Sorgulamanın önemli olduğunu ilk fark ettiğimde artık her şeyi sorgulayabilecek zihin yapısına ve açıklığına sahip olduğumu düşünmüştüm. Daha doğrusu sorgulamanın önemli olduğunu fark etmenin, iyi bir şekilde sorgulamak için yeterli olduğunu sanmıştım. Fakat öyle değildi.
ÜSTÜNLÜK HİSSİ VE KİBİR
Eğer gerçeği gerçekten bilmek istiyorsan, yaşamında bir kez olsun bütün şeyler hakkında şüphe et. Şüphe, gerçeğe atılan ilk adımdır.
René Descartes
Bir şeyi öğrenmenin önündeki en büyük engel, o şeyi zaten bildiğini zannetmektir. Çünkü bir şeyi bildiğimizi zannettiğimiz anda o konu ile ilgili algılarımızı kapatırız. Her şeyi mevcut düşüncelerimiz doğrultusunda yorumlarız. Olayları, daha önceki algılarımızı doğrulayacak şekilde anlamlandırırız. Sözgelimi depremin olmasını bir ateist Tanrı’nın olmadığının ispatı olarak görürken bir dindar Tanrı’nın azameti olarak görebilir.
Bu süreci hepimiz yaşarız fakat genelde bu sürecin farkında olmayız. Genel olarak insanlar için geçerli olabileceğini düşünsek bile kendimizi bu durumdan muaf tutarız. Bir bakıma farkında olmadan “İnsanlar önyargılı ama ben değilim. Ben sorguluyorum, araştırıyorum” deriz. Bazen sözel olarak hata yapabileceğimizi ifade ederiz. Hata yapabileceğimizi kabul ettiğimiz için hatasız olduğumuzu zannederiz. Hatayı da tam olarak bu noktada yaparız. Çünkü kendimizi hatasız ilan ettiğimiz anda kendi hatalarımızı aramayı bırakırız. Kendimizi “doğru yolda sorgulayan kişi” olarak gördüğümüz anda yolumuzu sorgulamayı bırakırız.
İnsanın kendisini “önyargısız” ya da “açık görüşlü” zannetmesi kadar zor kırılacak neredeyse hiçbir önyargı yoktur. Çünkü başka önyargıları biçimsel olarak göstermek mümkün olsa da bu önyargının konusu “önyargı” olduğu için bunu görmek çok daha zordur. Üstelik bu önyargı hepimizde doğal olarak bulunan bir şeydir. Bu yüzden de mantıklı düşünmek doğal değil, sonradan geliştirilmesi gereken bir beceridir. Düşünmek, biyolojik açıdan yoğun enerji gerektiren bir eylem olduğu için beynimiz bazı düşünce kalıpları ile çalışır. Bu sebeple her şey ile alakalı genellemeler yapmamızdan ortaya çıkan önyargılarımız vardır ve bu önyargılara farkında olmadan bir elektronik aletin “kullanma kılavuzu” muamelesi yaparız.
Her ne kadar aksini iddia etsek de her şeyi bildiğimizi zannederiz. Temelde birkaç basit fikrimiz vardır ama bunların her şey için geçerli olması gerektiğini düşünürüz. Birkaç basit gözlemimiz vardır ama her şeyi açıklayacak deneyime sahip olduğumuzu düşünürüz. Karşılaştığımız her bilgiyi ve her olayı, önceki düşüncelerimizi onaylayacak şekilde yorumlarız. Sevdiğimiz insanların bir yere geç kalması ufak bir kusur iken sevmediğimiz insanların geç kalması büyük ve kabul edilmez bir hatadır. Oy verdiğimiz partiye mensup olan biri kötü bir şey yaparsa bu sadece o siyasetçiyi bağlar. Başka bir partiye mensup biri o kötü şeyi yaptığında ise bu, o partinin zihniyetinin ürünüdür. Mesela bir insan ile aranız bozulduktan sonra onun gerçek yüzünü gördüğünüzü düşündüğünüz oldu mu? Muhtemelen aranız iyiyken davranışlarını hep olumluya yoruyordunuz. Aranız kötüleşince bu sefer onun sıradan davranışlarını bile kötüye yoracak noktalar bulmaya başladınız.
Mantıklı insan, kendisinin de mantıksız yönleri olduğunun farkında olan insandır. Benzer şekilde mantıklı olmayan insan, “sadece” mantığıyla düşündüğünü zanneden insandır. Gerçekçi ve mantıklı düşünme özelliği doğuştan gelmez, sonradan öğrenilmesi gereken bir şeydir. Doğuştan gelen şey duygusal genellemeler yapmak ve mantıksızlıktır. Gerçekçi olmayan insanlar düşünme sürecinde duygularının etkisinden habersizdir. Birisi onları bu konuda uyarırsa duygusal bir refleks ile savunmaya geçerler ve her şeyi sadece mantıklarıyla düşündüklerini iddia ederler.
Gerçekçi bir şekilde sorgulayabilmenin, mantıklı düşünebilmenin ilk adımı mantıksız yönlerimiz olduğunu kabul etmektir. Kendimiz ile alakalı gerçekçi ve ön yargısız olduğumuza dair önyargımızı kabul etmeliyiz ve onunla mücadele etmeliyiz.
Düşünmek, sakin bir eylemdir. Aşırı öfke, aşırı sevgi, aşırı nefret gibi duygular yanlış düşünmenin işareti olabilir. Duygular “aşırı” yoğunken yapılan her eylem, söylenen her söz o duyguların dışavurumuna yöneliktir. Duygularımızın esiri olmadan düşünebilmek için beklemeyi ve sabretmeyi öğrenmemiz gerekir. Aşırı öfkeliyken vereceğimiz tepki öfkemizin gölgesinde kalacaktır, sevgi doluyken vereceğimiz tepki sevgimizin gölgesinde kalacaktır.
Daha kötüsü, bazen yoğun hisleri “gerçeğin ispatı” olarak bile görürüz. “Bu konuda çok güçlü hissediyorum, yanılıyor olamam” deriz. Her ne kadar sezgilerin gücüne inanan bir insan olsam da bu yaklaşımı çok zararlı buluyorum. Sözgelimi evrim teorisi karşıtlığını din ile özdeşleştirip dini de hayatının en önemli şeyi olarak gören birisi evrim teorisinin yanlış olmasını canı gönülden isteyecektir. Bunun için duyguları hararetli olacak ve her işareti “kendi istediği sonucu” doğru çıkaracak şekilde yorumlayacaktır. Daha da kötüsü, bu duyguyu onunla konuşan insanlara da bulaştıracaktır. Çünkü duygular bulaşıcıdır. Bu durum düşünme sürecine görünmez bir kelepçe takar. Bu durumun zararlarından kaçınmak için sakin düşünmeyi öğrenmemiz gerekir.
Doğru düşünmek ve doğru tepkiler verebilmek için beklemeyi ve karar vermede aceleci olmamayı öğrenmemiz gerekir. Mümkünse bir konuda doğru sonuca ulaşmak için olabilecek en sakin ruh haline geri dönecek kadar beklemek faydalı olacaktır. Duygularımız soğudukça nesnel düşünme yeteneğimiz artar ve daha doğru düşünmek için müsait hale geliriz.
Bu, duygularımızı yok etmemiz gerektiği anlamına gelmez. Aksine, bir şeyleri anlamak ve öğrenmek istememizin kendisi bile bir duygudur. Bu duyguyu tatmin etmek içi duygulardan arınmaya çalışmak çelişkili bir tutumdur. Bunun yerine duygularımızın düşünme sürecindeki etkisinden yararlanmalı ve bu süreçte onlardan yardım almalıyız. Mantıklı olmayı sevmeliyiz ve bunu istemeliyiz.
Aslında bu noktada çocukları örnek alabiliriz. Çocuklar dünyaya hiçbir şey bilmeyen ve aciz varlıklar olarak gelirler. Yetişkinlerin onlardan üstün olduğunu kabul ederler ve her şeyi öğrenmek isterler. Önyargıları olmadığı için zihinleri aşırı aktif çalışır. Bu yüzden de her şeyi çok daha çabuk, hızlı ve iyi algılarlar. Çünkü bilmediklerinin, aciz olduklarının farkındalar. Bir yetişkin bir yabancı dili öğrenmek için yıllarını harcarken bir çocuk, algıları son derece açık olduğu için, çok daha kısa sürede öğrenir.
Bu durumu biz yetişkinler de bazen deneyimleriz. Mesela aylarca dokunmadığımız bir projenin son gününe geldiğimizde bir anda zihnimiz aktifleşir. Bütün o şeyleri bir anda yapabilecek duruma geliriz çünkü onu yapmaya ihtiyaç duyarız ve bitirmek isteriz. Bir şeyleri anlamak, öğrenmek zorunda kaldığımız andan itibaren o şeyleri daha iyi algılarız. Gizli kibrimizden kurtulduğumuz anda her şeyi olduğu gibi görmeye başlarız. Acizliğimizin farkında olduğumuzdan dolayı öğrenmek için bir çocuk kadar meraklı ve istekli oluruz. Bu sebeple daha iyi öğreniriz.
Kendimizi olduğumuzdan daha büyük görmeye doğuştan gelen bir eğilimimiz vardır. Çünkü tek başımıza ve aciz olduğumuzu kabul etmek bize kötü duygular hissettirir. Aciz olmadığımızı, büyük olduğumuzu hissetmek isteriz. Bu yüzden bir gruba ait olmayı isteriz. Ya da çevremizdeki insanların düşündüğü şekilde düşünmeyi, çevremizdeki insanların yaşadığı şekilde yaşamayı doğru buluruz. Tabiri caizse bulunduğumuz kabın şeklini almaya yönelik doğal bir eğilimimiz vardır çünkü bu durum bizi rahat hissettirir. Rahat hissetmek ise hareketin ve düşüncenin önünü tıkar.
GRUP ETKİSİ
İnsanın en kendisi gibi olduğu an, yalnız olduğu andır. İnsanlar gruplaştıkça, sayıları çoğaldıkça gerçeklik algıları azalır. Çünkü insan bir gruba dahil olduktan sonra kendi mantığı yerine grubun duyguları ile hareket etmeye başlar. Grubun içerisinde olduğumuzda, yalnızken yapmayacağımız şeyleri yaparız. O gruptaki insanları farkında olmadan fiziksel olarak taklit edip düşüncelerine uyum sağlarız, yazılı olmayan kurallarını keşfedip bunlara göre davranışlarımızı şekillendiririz. Gruptaki duygular bulaşıcıdır, diğerlerinin duygularını kendimize kopyalarız çünkü birden fazla kişi aynı duyguyu hissettiğinde bunun geçerli bir nedeni olması gerektiğini hissederiz. Öte yandan her zaman yaptığımız şeyleri grubun içinde yapmamaya başlayabiliriz. Üstelik bütün bunları kendi hür irademizle, aklımızı kullanarak yaptığımızı düşünürüz. Grup mensuplarıyla vakit geçirdikçe onlardan farklı olan düşüncelerimiz ve davranışlarımız uyum sağlayacak şekilde değişmeye başlar. Zamanla farklılıklar daha da azalır ve bir grubun ömrü yeterince uzun olursa, o grubun üyeleri aynılaşır. Bu tarz bir etkiye maruz kaldığımızda zaman zaman bir şeylerin yanlış olduğunu hissetsek bile grupla tekrar etkileşime girdiğimizde bu şüphelerimiz yerini güvene ve kabule bırakır.
Bir grubun içinde olmak bizi rahatlatır çünkü zihnimizi ekstra yormamıza gerek yoktur. Tek başımızayken hissettiğimiz o dayanılmaz şüpheci duyguları, diğer insanlarla birlikteyken hissetmeyiz. Grupla birlikteyken kendimizden emin ve özgüvenli hissederiz. Gruplar, üstün hissetme arzumuzu tatmin eder. Yapılan şey yanlış olsa bile birçok kişi aynı şeyi yapıyorsa o şey yanlış olarak görülmez. Bu yanlıştan dolayı kimse kınanmaz.
Nazi Almanya’sına bakıp “nasıl bu kadar vahşi olabildiler?” diye düşünüp şaşırıyoruz, Dünya’nın düz olduğunu düşünen insanları gülünç buluyoruz, kendi elleriyle yaptıkları heykellere tapanlarla alay ediyoruz. Fakat muhtemelen benzer şeyleri biz de yapıyoruz ve diğer herkes de aynı şeyleri yaptığı için bir sorun görmüyoruz.
Bu durumun sebebini anlamak için insanın en eski tarihine bakmak faydalı olacaktır. Homo Sapiens olarak insanlar çoktan nesli tükenmesi gereken bir tür gibi görünmektedir. Fiziksel olarak oldukça zayıf ve birçok hayvan ile bire bir mücadelesinde kesinlikle yenilgiye uğrayacak bir yapıya sahiptir. Diğer hayvanların sahip olduğu fiziksel avantajlardan yoksundur. Bu yüzden doğada hayatta kalabilmek için gruplar halinde yaşamaya başladık. Çünkü vahşi doğada bir insan tek başına hayatta kalamazken bir grup insan ortak hareket ederek hayatta kalabilir.
Bu sebeplerden dolayı gruptan dışlanmak, psikolojik olarak ölüm ile eş değerdir. İnsanın en ilkel ve sert korkularından biri, gruptan dışlanma korkusudur. Gruptan dışlanmamak için grubun değerlerini benimsemek zorunda hissederiz ve aksini aklımıza bile getirmek istemeyiz.
Bireyselliğini yitiren insan, aklını yitirmiştir. Cahil bir insan ile bilgili bir insan bir kalabalığın içinde oldukları sırada olayları objektif değerlendirme kabiliyetleri aynı seviyeye iner. Bu bahsettiğim durum herkes için geçerlidir. Kimse bundan muaf olacak kadar seçilmiş ve üstün insan değildir. Herhangi bir şey hakkında aşırı derecede emin ve heyecanlı hissettiğinizde, biraz geriye çekilip bunun sebebinin bir grup/topluluk/kitle etkisi olup olmadığını anlamaya çalışmanız gerekir. Çünkü aşırı eminlik ve heyecan fanatizm işaretlerindendir.
Bir düşünce çoğunluk tarafından savunulunca o çoğunluğun olduğu grubun içindeki insanlar, o grupta baskın olan düşünceyi savunmaya eğilimli olurlar. Grubun etkisine maruz kalmanın, çoğunluğa uymanın kötü bir şey olduğunu bilsek de bazen bu durumu yeterince iyi anlayamayabiliriz.
Çevremizde bizim düşündüğümüz gibi düşünen, bizim davrandığımız gibi davranan, bizim gibi hisseden çok az insan olabilir veya hiç olmayabilir. Bu durum, grupların üzerimizdeki etkilerinden kurtulmuş olduğumuz anlamına gelmez. Bütün dünyanın internet ağları sayesinde birbirine bağlandığı bir çağda grupları sadece fiziksel etkileşimlerden ibaret görmek, konuyu tam anlamıyla anlamamızı engeller.
Gruplaşma ihtiyacı, teknolojinin gelişmesi ile birlikte yerini sosyal medya “ayinlerine” bıraktı. İdam edilen insanları veya arenada birbirini öldüren gladyatörleri izlemek için meydanlara akın etmiyoruz. Fakat sosyal medyada birilerini linç etmekten gizli bir keyif alıyoruz. Düşüncelerimiz ne olursa olsun o düşüncelere sahip insanları buluyoruz ve o düşüncenin en yılmaz savunucusu olduğumuzu göstermek için paylaşımlar yapıyoruz. Aldığımız “like”larda alkışın sesini duyuyoruz, destek yorumlarındaki tezahüratı görüyoruz ve biz de bir şeyleri “like”larken ilkel bir alkışlama hissi eşliğinde bunu yapıyoruz.
Günümüzde iletişim araçlarının gelişmiş olması ile birlikte herkes kendi savunduğu düşünceyi savunan bir çoğunluk bulabiliyor. Bir hayvan hakları savunucusu, hayvan hakları savunucularını bulabiliyor. Yahudilerin öldürülmesi gerektiğini düşünen bir insan, internet aracılığıyla bunu düşünen diğer insanlarla karşılaşabiliyor. Veganlar veganları, İslamcılar İslamcıları, komünistler komünistleri, ateistler ateistleri, Işidçiler Işidçileri, feministler feministleri, neonaziler neonazileri buluyor. Ve tüm bu gruplar, doğru düşünen seçilmiş azınlık olduklarını düşünüp fikirdaşlarını tebrik ediyorlar. O düşünce kendi başına doğru olsa da, o düşünceyi bulmaya çalışmak bir çaba gerektirse de, o düşüncenin çoğunluk olduğu bir grupta en başta samimi olan o düşünce rehavet sonunda diriliğini kaybeder. Diriliğini kaybeden şey ölür.
Bazen doğru önermeler bulunabilir. Bazen bulunan doğru önermelerin içi zamanla boşalabilir. Zira o bulunan doğru önermelerin zamanla “çoğunluğa uyarak” katılanları olacaktır. Ki burada çoğunluk genel bir çoğunluk olmak zorunda değil. Beş kişilik arkadaş grubunda bile beşinci kişi, dörtlünün fikrine “çoğunluğa uyarak” katılabilir. Hatta üç kişilik grupta bile üçüncü kişi, ikilinin fikrine “çoğunluğa uyarak” katılabilir. Oysa farkında olmaksızın içgüdüsel olarak çoğunluğa uymak için yapılan bu eylem bile kişinin çoğunluğa uymasını sağlamaz çünkü herhangi bir düşünce tüm dünya genelinde çoğunluk olamaz, ki zaten değil. Sözgelimi dünyadaki en kalabalık dini grup olan Hristiyanların sayısı 2 milyardan fazla iken dünyanın nüfusu sekiz milyardır. Dahası Hristiyanlığın içinde bile birçok farklı mezhep ve grup vardır. Dolayısıyla “bu kadar insan yanılıyor olamaz” diye düşünüp çoğunluğu izlemek de hata, zaten çoğunluğun içinde olmadığını düşünüp grup etkisinden muaf olduğunu hissetmek de hata.
Modaya uymak ve günün trendlerini takip etmek de çoğunluğa uymanın farklı bir boyutu. Herkesin yediği bir yiyecek, herkesin izlediği bir film, herkesin hakkında konuştuğu bir kitap çoğu kişiye çekici gelir ve merak uyandırır. Bunlardan bihaber olmanın sebep olduğu kötü his çoğu kişinin kendisini eksik hissetmesine sebep olur. Çevremizde görebileceğimiz ve bazen de deneyimleyebildiğimiz bu his, kabile ayinine katılamayan kişinin yaşadığı utanç hissine çok benzer.
Öte yandan modaya uymamak da kimi çevrelerde moda haline gelebiliyor. Popüler ve yaygın olduğu için birçok şeyden kaçınan çok fazla insan var. Herkesin evinde televizyon olduğu için televizyon izlemeyen, herkes starbucks’a gidiyor diye buradan uzak duran (bkz. Bu yazının giriş bölümü), herkes sosyal medya kullandığı için sosyal medya hesabı olmayan çok fazla insan var. Bir şeyi herkes yapıyor diye yapmak gruba uyum sağlamak ise bir şeyi herkes yapıyor diye yapmamak da gruba uyum sağlamaktır. Eğer çevrenizi dikkatli gözlemlerseniz, moda karşıtlığının moda olduğu bazı çevreler, gruplar ve insanlar göreceksiniz.
Grup etkisinin zararlarını aşmak için bireyselliğimizi hissetmemiz gerekir. İhtiyacımız olan şey bir grubun içindeyken yaşadığımız duygusal değişimleri gözlemlemek ve olabildiğince bunun farkında olmaktır. Grubun etkisine, diğer tüm insanlar gibi, açık olduğumuzu kabul ettiğimiz anda zihnimizi bu tehlikeye karşı açık tutabiliriz ve bununla mücadele edebiliriz. İnsanın en doğal eğilimlerinden biri olduğu için grubun etkisiyle mücadele etmek, aktif ve sürekli çaba gerektirir. Aksi takdirde bizim gibi olmayan grupların düştüğü mantıksız durumları kınarken kendimiz de o durumlara düşebiliriz. Zira grubun mantığı yoktur, bireyin mantığı vardır.
Bireyler karmaşık düşünebilme yeteneğine sahipken gruplar her şeyi aşırı basitleştirme eğilimindedir. Örneğin hemen hemen her grup, bütün kötülüklerin sebebini “düşmanlar” olarak görür. Düşmanlar ise çoğunlukla grubun dışındaki herkestir. Muhtemelen seçmediğiniz bazı özelliklerinizden dolayı şuanda tanımadığınız birçok insan sizin dahil olduğunuz bir grup insanı tüm kötülüklerin sebebi olarak görüyor. Oturduğunuz yerden tüm kötülüklerin sebebi oldunuz. Oysa gerçekte kötülüklerin bir sürü karmaşık sebebi vardır ve neredeyse hiçbir zaman tek cümle ile özetlenecek kadar basit değildir. Ya benzer bir genellemeyi siz de yapıyorsanız?
Kendinizde bu tarz hızlı cevapları fark ettiğinizde bunun sebebinin bir çeşit grup etkisi olabileceğini düşünün. Farkında olmadan çevremizdekilere fiziksel ve duygusal olarak uyum sağlarız. Bu uyum sağlamaların örneklerini fark etmeye çalışın ve bununla bilinçli olarak savaşın. Örneğin sadece konfor alanınızdan çıkabilmek için bile olsa sizin ve çevrenizdekilerin düşündüğü şeylere taban tabana zıt düşünceleri okuyun ve onları düşünün. Bunu yapmak, düşüncenizdeki boşlukları göstermekle kalmayacak aynı zamanda nesnel ve eleştirel düşünebilme yeteneğinizi de geliştirecektir. Doğruyu bulmak, düşüncelerden korkmamayı gerektirir.
Tarih boyunca birçok düşünce akımı, grup etkisine kurban gitmiştir. Düşünce akımının önderi doğru ve yerinde tespitler yapmışken takipçiler edinmiş ve zamanla bu takipçilerin düşünceleri kabul etme sebebi mantıksallıktan ziyade ön kabule dayanır hale gelmiştir. Oysa samimi bir hakikat arayışının taklitten ziyade düşünce ile ilgisi vardır. Gerçekten hakikate ulaşabilmek için sürekli kuşku duymak, sürekli kendini sorgulamak gerekir.
Çözüm, kendini soyutlamak ve katı bir yalnızlığa mahkum etmek değildir. Bu durum, bizi sınırlı zihnimizle baş başa bıraktığı için, düşüncelerimizi ve hayatımızı sorgulamamıza engel olabilir. Dahası, sosyal bir varlık olan insanın etkileşim eksikliğinde bu ihtiyacını tatmin etmesi için hayal dünyasının hayalperestliğine mahkum olur. Uzun süre tek başına ve insan etkileşimlerinden yoksun olarak yaşayanlar, bir süre sonra halisünasyon görmeye başlar. Gerçeklik algıları zedelenir ve en basit gerçekleri bile algılayamaz hale gelebilirler. Zararlı ve zehirli yiyeceklerin olduğunu bilmemiz bizi yemek yemekten alıkoymadığı gibi grup etkisini bilmemiz insan etkileşimini tamamen sıfırlamamız gerektiği anlamına gelmez. Aslında farkında olmak, grup etkisinin zararlarıyla mücadele etmek için en büyük ve yeterli bir silahtır.
Gerçekten hakikate ulaşabilmek için sürekli kuşku duymak, sürekli kendini sorgulamak, niyetlerini ve motivasyonlarını irdelemek gerekir. Bu yoğun kuşkuculuk kulağa dayanılmaz gelse de epey olumlu bir şeydir, özgürleştiricidir. Çünkü şüphe duymak, haddimizi bilmemize sebep olur. Haddini bilen insan hakikati sürekli arar. Sürekli arayan bulmaya en yakın olandır. Öz benliğini ilah edinmez. Egosuna yenik düşmez. Kendini aşağı görüp özgüvensiz hissetmeyeceği gibi kendisini üstün ve yüce de hissetmez. Gerçekçi olur.
GERÇEKÇİLİĞİN ZİRVESİ: ÖLÜM
İnsanların hepsi belirsiz bir süre ertelenen ölüm cezasına mahkumdur
Bir İdam Mahkumunun Son Günü, Victor Hugo
Hiç ölmüş bir insanla empati yaptınız mı? Ölmüş olmanın nasıl bir şey olabileceğini hissetmeye çalıştınız mı?
Bir insanın zihninin en açık olduğu an, ölüm tehlikesi ile karşı karşıya olduğu andır. Böyle bir anda zihin aşırı aktifleşir, içinde bulunduğu durumdan sağ olarak kurtulabilmek için çevresindeki her ayrıntıyı özümser ve bir çözüm yolu arar. Öyle ki bazen bu süreç, “refleks” olarak adlandırabileceğimiz kadar hızlı gerçekleşir. Hayat ile en bağlantılı olduğumuz an, ölümün tam olarak bilincinde olduğumuz andır. Böyle bir anda egolarımızı düşünmeyiz. Sadece gerçeğe odaklanırız. Çünkü başka şansımız yoktur.
Gerçeği arama yolculuğumuzda da bizim en önemli rehberimiz, ölüm bilinci olacaktır. Çünkü yaşayan bir insanın bu hayatta kesin olarak bilebileceği tek şey ölümdür. Buna rağmen biz günlük hayatımızda ölümü dışlama eğilimindeyiz. Geçmişte insanlar ölüm ile çok daha fazla karşılaşırken günümüzde ölüm, sadece hastanelere hapsedilmiştir. Dizi ve filmlerde çokça ölüme tanık olsak da bu bize ölümün ciddiyetini hissettirmek yerine ölümü daha da basite almamıza sebep oluyor.
Bir yakınımızı kaybettiğimizde ya da kendimiz ölümcül bir hastalık ile karşılaştığımızda hayata bakışımız bir anda değişir. Daha önce vaktimizi önemsiz şeylerle geçirdiğimizi fark ederiz. Olayları egomuzun süzgecinden geçirmeyi bırakırız, olduğu gibi görmeye başlarız. Son nefeste gelen imanın kabul olmamasının da belki de bununla alakası vardır. Çünkü o an her şeyi çok daha iyi bir şekilde görürüz. Neredeyse tam olarak gerçeği görmeye başlarız. Ölümlülüğümüzle yüzleşmek egomuzu eritir. Basit, sıradan, gözümüzde büyüttüğümüz kaygıların ne kadar küçük olduğunu gösterir. Kırılganlıklarımızı kırar.
Ölüm düşüncesinden kaçtığımız anda hayatımız ölüme daha çok benzemeye başlar. Fiziksel olarak ölüm, tam bir hareketsizlik durumudur. Yaşam ise hareket durumudur. Ölüm düşüncesini kendimizden uzaklaştırdığımızda sanki herhangi bir şey için sonsuza kadar vaktimiz varmış gibi hissederiz. Hantallaşırız ve yerimizde sayarız. Hareketsizleşmeye başlarız.
Öte yandan ölümü düşünmek, her an ölebileceğimizi hissetmek hayatımıza ve düşüncelerimize hareket kazandırır. Muhtemelen öldüğümüz an, ölmeyi hiç beklemediğimiz bir an olacak. Yarattığımız konfor alanından çıkmamız için bizi iter. Her şeyi sonsuza kadar erteleyemeyeceğimizi bilmek, bize yaşam duygusu verir. Ölümü hissetmek, bize hayat verir.
Her ne kadar ölümün farkında olduğumuzu zannetsek bile hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyoruz. Ölüm var diyoruz ama sadece başkaları ölecek gibi davranıyoruz. Öleceğimizi söylüyoruz fakat bu sanki çok uzak bir gelecekte olacak gibi bakıyoruz. Bu yüzden hantal ve ölü gibi yaşıyoruz. Hayatın önemsiz ayrıntılarını fazla büyütüyoruz ve en önemli şeyleri göz ardı ediyoruz. Her an ölebileceğimizi hissetseydik hayatın gerçeğini ensemizde hissettiğimiz için her şeye daha doğru bakardık.
Sevdiğimiz insanları ceviz kabuğunu doldurmayacak sebeplerden dolayı kırmazdık. Bir hiç için kendimizi harap etmezdik. Büyük başarılar kazandığımızda bunun geçici olduğunun farkında olup kendimizi olmadığımız kadar büyük görmezdik. Sadece olması gerektiği gibi görürdük her şeyi.
Bir gün kalabalık bir yere gittiğinizde o kalabalığa, kalabalığın içindeki insanlara bakın. Hepsinin en az bizim hayatımız kadar benzersiz bir hayatı olduğunu düşünün. Kimileri gülüyor kimileri eğleniyor kimileri üzgün kimileri stresli. Ve kendi kendinize şunu söyleyin: “En az 100 sene sonra şu an gördüğüm insanların hepsi ölecek. Hepimiz öleceğiz”.
Ölümün, ölmüş olmanın nasıl bir şey olabileceğini hayal etmeye çalışın. Öleceğiniz günün nasıl olabileceğini hayal etmeye çalışın. Doğduğumuz andan itibaren hücrelerimiz ölüyor. Bir gün bütün hücrelerimiz ölecek ve toprağa karışacağız. Bir kral da olsak kimsenin tanımadığı bir meczup da olsak bir gün bizden geriye hiçbir şey kalmamış olacak.
Ölümlülüğümüzle yüzleşmemek için bazen bunu hiç düşünmeyiz bazen de teknoloji sayesinde ölümsüz olabileceğimizi düşünmek isteriz. Ama teknoloji ölümü yenemez. Bilimsel olarak evrenin sonu kaçınılmazdır. Arkamızda eserler bırakmak da bizi ölümsüz yapmaz. Belki ismimiz anılabilir ama bu esnada biz olmayacağız. Bizim için hiçbir şey ifade etmeyecek.
Evreni anlamak için, hayatın anlamını bulmak için, iyi bir şekilde sorgulayabilmek için öncelikle kendimizi iyi tanımamız gerekir. Dünyayı kendi gözlerimizle gördüğümüz için kendimizin farkında olmamız gerekir. Kendimiz ile alakalı gerçekliklerin farkında olmamız gerekir. Kendi egomuzu kırmamız, zayıflıklarımızın farkında olmamız gerekir. Doğru bir sorgulama ancak bu şekilde bir kendini tanıma ile birlikte gerçekleşebilir. Ölümü içselleştirmek ise her şeye olduğu gibi bakmanın, egomuzu kırmanın en önemli anahtarı. Bize olması gerektiği gibi yaşamamızı gösterebilecek şey, ölümün kendisidir.